sahibi sandığı sokaklar, zimmetsiz. isimler ödünç, arkadaşlar seferi kalbinde gümrah çarpıntılar, ve dillerinde hep bir kilitle büyür buralarda çocuklar.
yaşamak hep meseledir şekerleri erken erir, oyunları hızlı uslanır. "hiç bir şeyden biraz fazlasına, her şeyden çok azına sahip" olarak büyür buralarda çocuklar.
hayattır, mücadele şarttır bu yüzden ansızın tayinleri çıkar bir geceye görgüsü yarım bir çekiniklikle yaşamak adına usulca, uzaklara giderler, gurbetine büyür buralarda çocuklar.. yaşamak adına gelinen yerde bunun adına yaşamak mı denir? diye soran, abiler, ablalar vardır onlardır, alacalı düşler anlatıp, başka bir yaşamak fısıldayan, saran, sarmalayan, sorgulayan..
abiler, ablalar, sorular, cevaplar bunlarla kırar yılların kilidini insan, zincir aşınır, koşum kopar. kendinden, kendini de taşıyan bir başka kendi çıkarır o çocuklar..
benzer yolcular, benzer yolculuklar kırıla kırıla kendini bulan yine de yanında taşrası kalan abiler, ablalar, çocuklar iyi ki varlar..
benim tayinimin çıktığı gece de beni saran, sarmalayan, sorgulayan, kilidimi kırdıran değerli ağabeyim İlker ÖZDEMİR' e
hayali gür, adımları yönsüz o eski kendine bakarken kendinden bağcıklarına basıp düşmüşlüğün uğuldanır aniden..
her değişimde aynı kalanlar vardır kendini andırır yine de bir şeyler kendini bir yerden tanıyorsundur ama nereden?
eski kendinden bakamazsın asla kendine sen dahil kimse bunu tahmin edemez tahmin olasılıklardan biridir peki ama bütün bunlar nasıl olası olabilir?
kara bir şaşırmaktır yandığın yataklar saklandığın dumanlar, uslandığın oyunlar sen şaşıra şaşıra kendin olmadın mı? sonunda kendin de şaşırmayı unutmadın mı?
ancak kendine bakarsın kendinden tık nefes kalmış o küt dilinle çok uzaktan kendine uzaktan akraba bile olamazsın sadece bir yerden tanır gibi bakarsın
çünkü sen şaşırmayı kaybedensin, bütün bunlar olası mı? bile diyemezsin çünkü tahmin olasılıklardan biridir oysa sana artık her şey olası olabilir.
başkalarında "süs gibi duran güzellik, 'O'nda bir gereklilik olarak" beliriyorsa, artık olmasını beklediğiniz bir sabahınız ve sabahınızda telaşlı serçeler vardır.
herşeyi unutturan o kokuyla başlarsınız yaşamaya, koku sizin ülkeniz olmuştur. iki nehir buluşur gibi bir yatakta, iki halk gibi kız alıp, erkek verir, yekleşirsiniz...
hiç potluk yoktur, birbirinize diktiğiniz terli kumaşlarda...
ama birbirbinizi açan anahtar aşınır zamanla,
hatırlarsınız her güzel konserin bittiğini, bir şarkı daha istersiniz, kurtarmaya
isterken bile bilirsiniz su gurbetine doğar, kül ise yanmaz bir daha
yaşam kuralları değişince, yazım kuralları da değişiyor. birinin çaresizliğini anlatırken titrek ünlemler kullanan kimseler yok artık..
önce yıkayıp, sonra seviyorlar 'yoksul' çocukları 'doğru zamanda, doğru yerde olmamakla' hatta doğru yerde doğmamakla suçu üzerlerine yıktığınız, 'gusto'su yüksek, vicdansız yaşamınızın "kiri" olan o çocukları..
'empati' kelimesi fışkırıyor heryerde tükürüklü ağızlardan ama, işini kaybetmeden ya da hakları yenmeden önce kimse anlamıyor; "buruşuk pardesüsüyle bir babanın kırılgan bir yelpaze olduğunu akşam eve girince..." evet duygularınızı sömürüyorum, deniyorum en azından, çünkü merak ediyorum, hâla başkasına beslediğiniz diri duygularınızın kalıp kalmadığını..
çünkü, görüyorum, uzakta ölen birine, yakında üzülen kimsenin olmadığını, hatta yakında ölen birine yakından üzülenin de olmadığını..
yine de boşverin siz, üzmeyin kendinizi pazar gününüze sokulmayı deneyen bu kara yazıyla..
en iyisi gazetenin ekini açın, gözde yazarınızın önerisi olan bir mekan seçin işkembenize, hepimiz biliyoruz nasılsa yaşam "guru"larınızın duymadığını açlığın gurultularını ..
heyecanın yavuz adımları tükendi önce ne yekinme, ne de yıkım kaldı cümlemizde sonra dondu sevincin ceylan gözleribir yamalı gülüş salya gibi ağzımızda
ve şimdiyakınlığımızdan miras bir kara boşlukla, paslı, ezik bir turuncu gibiyiz, uzakta
gözümü kapasam oradayım, açtığımda kar yağar dallarıma göğsüm de arkadaşlığın ilk yaprakları göğsüm sana göz olur daima ne ellerimizde kibrit izleri, ne de kibir yüzümüzde
yanyana can buluyoruz oysa soyut bile yok daha bilgimizde
sadece adımlıyoruz birbirimize, her nisan çocuklar adım atar ya birbirine öyle
uçmaktan bir kıblemiz ve gitmekten kurulma ismimiz koptuk sanıyor bizi, büyüyenler kopmak bize imkan bile değil ki.. sen bir cümle kurar beni giyersin ben sana birşeyler anlatır ısınırım içli zamanlardan bir yol var ötekine izimizi süreriz oradan sessizce
sonra ansızın adını mırıldanır, bir haylazlık hatırlarım göğsüm gizlice göz kulak olur hep olur sana..
ve kimbilir sen "tahrik"i okursun gizliden; "paralar yaşlı kızların koynunda yatarken basma perdelerden lanet bize" diyerek fısıldarsın bana..
bir çocukluk bir ergenlik, ilk şarabi gecelerimiz belirir birden hafızamda..
bilirim ki, gözümü kapasam oradayım, göğsüm de göz olur arar seni yine, hep yakınında..
Not: Ali Savaş EROL' a... 23.04.1984' ten bu yana ve sonraya...
sen uzağa dönersin yüzünü ben bir akşamüstü açarım, gölgende serin.
sen gittikçe sökersin örgünü, ben çakmak taşları sürterim ardı sıra senin ..
akranken nasılda akraba kıldı bizi, o akrep ölüm..
yönü yok güleç ağız sızlamanın, pusula zaten senin..
senin hatırın, benim hatıramdan çok ben sana illa ki mey'lenirim.
ama sen gittikçe sökersin örgünü, tık nefes kalırım duldanda derin.. ve senin hatıran, benim hatırımdan mor, bekle azıcık, hatta saat tut, bir pişirimlik kahve alıp geleceğim....
ya da dön uzağa yüzünü, git nasılsa ben sana meyillerinim.
Roland Barthes'e göre"kendi yapısıyla, dünyanın yapısını, sözün yapısında kaybetmektir"yazmak.. M. Eroğlu'da romanının kahramanına"Yazarak kendim hakkındaki gerçekleri biraz değiştirmek istemiş olmam da mümkün. Kim kendi gerçeğinin çıplak haline katlanabilir ki?" dedirtirken, kendi yazma gereksinimini vurguluyor olamaz mı?
Sartre, Bulantı da,"çocuklarımız bizimle ilgilenmedikleri için yazıyoruz biz, karımız kendisiyle konuştuğumuzda kulaklarını tıkadığı içindir ki, belli kişiliği olmayan bir dünyaya sesleniyoruz."diyor taksi şöforünün dilinden; aynı yuvarlakta dönüyor olmaktan başka tanışıklığımızın olmadığı insanlara yazıyor olmanın nedenini açıklıyor aslında.. Başta kendimize yazarız, sonra yakın başkasına kendimizi yazarız.. Bazen, yazmazsak bizi nefessiz bırakacak duygularımızı atmak için yazarız, bazen de yazmış olmanın rahatlığıyla nefes alabilmek için.. Dilimiz aracı olmak istemeyince ötekine anlatacağımız gerçeğe; kağıdı, bilgisayarı kısaca kendimize bitişik olmayan bir başka suç ortağını aracı kılıp yazarız bazen de.. Belki de, yetişkinliğin ağırlığında, artık sevgilinizin size uzatacağı bir anı defteri olmadığından,bana kağıt kadar temiz sevdanın tenini ayırdığın için teşekkür ederim cümlesini de içimizde tutamayacağımızdan, yazarız .. Seven, sevinen, öfkelenen, ağlayan, acı çeken, özleyen, yani yaşayan her kimse en az iki satır yazıya gebedir.. Attığımız her adımda yazımızı da taşıyoruz kısaca .. Nerede mi? Bakın orada, sırtınıza saplanmış kalemin sızısında.. Not: 24.04.2007 tarihli 'yazkurtul' yazısından..