8 Mayıs 2010 Cumartesi

Oğul


















"Anne ben geldim, üstüm başım
Uzak yolların tozlarıyla perişan
Çoktan paralandı ördüğün kazak
Üzerinde yeşil nakışlar olan

Anne ben geldim, yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan

Hep acılı, sarhoş ve sarsak
Şiirler çırpıştıran bi adam


Kurumuş kuyunun suyu, incirin
sütü çoktan çekilmiş
Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
Ayrık otları, dikenler bürümüş

Kapıdaki çıngırak kararmış nemden
Atnalı ve sarmısak duruyor ama

Oğlum, mektup yaz diyen

Sesin hala kulaklarımda


Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın"

Ahmet ERHAN

26 Mart 2010 Cuma

Balamba














bulutları başından savan dolunayla aydınlandı yüzler,

sonra aydınlanmış yüzlerin ışığıyla çürüdü karanlık..

sürüklesin iyice diye,

zaten sürüklenen kendimi bıraktım akan suya...

birikmiş zamanı kazıyordu kıyıda sözler,

ayın şahitliğinde genişliyordu an..

kaynağından uzakta olmanın zarif hüznüyle

kayan su Asaf olup fısıldadı..

"karanlığı geçelim, karanlığa geçelim,

ne uyku ne ölüm, hem uyku hem ölüm"


4 Mart 2010 Perşembe

Benzemez kimse sana ya da "we coud be the same"













çaydanlıktan sobaya sızan damlanın

cançekişiyle, uyanmayanınız;

okulda ücretsiz dağıtılan radyasyonlu fındıkları,

havaya atıp ağzıyla tutmaya çalışmayanınız var mı?

bandoya, kızılay koluna,

sınıf takımına, koroya seçilmeyi

çok istediği halde seçilmeyeniniz

ve resimleri sınıf panosuna

hiç asılmayanınız var mı ?

evin önüne serilen kilimde

karı/koca/doktor rolü yapmayanınız,

ağaçtan meyve kaçırmayayanınız,

kral kraliçe oynarken anlaşılmasın diye

sevdiği kızı/erkeği seçmeyeniniz var mı ?

salçalı ekmek, kara şimşek, clamentine

turbo ya da minti sakız

ve onlardan çıkan kağıtlarla

büyümeyeniniz var mı?

bugünlerde herkes farklılıktan bahsediyor,

bir kere de benzerliklerimize bakalım,

ki benzerliklerimiz farklılıklarımızdan fazla;


çünkü çoğumuz farklı sokaklarda

benzer oyunlar oynayarak,

benzer rollere öykünerek büyüdük...

hadi şimdi satır aralarına

çocukluğumuzun sokak aralarını alalım

ve benzemez güzelliğini anlatalım birbirimize

benzer büyümelerin ...

23 Şubat 2010 Salı

Sızılı Gölgeler
















kemanın sızısıyla kıvrılan ses

ince ince dilimledi sığındığımız geceyi..

çaresizliğin düşük omuzlarında çoğalırken
sessizliğin bukleleri


içinde titrek ışıklar gizleyen damlalar
süzüldü yanaklara.


dedim ki;


keşke, adını vatan belleyen

çekingen hevesleri söküp,
taç yapraklarını uçuştursa rüzgar..



keşke kaşlarımızı çatan mayhoşluğu silip

yüzümüze panayırlar kursa

bir kez daha güneş..


18 Şubat 2010 Perşembe

abiler, ablalar, sorular, cevaplar














sahibi sandığı sokaklar, zimmetsiz.
isimler ödünç, arkadaşlar seferi
kalbinde gümrah çarpıntılar,
ve dillerinde hep bir kilitle büyür
buralarda çocuklar.

yaşamak hep meseledir
şekerleri erken erir,
oyunları hızlı uslanır.
"hiç bir şeyden biraz fazlasına,
her şeyden çok azına sahip" olarak
büyür buralarda çocuklar.

hayattır, mücadele şarttır bu yüzden
ansızın tayinleri çıkar bir geceye
görgüsü yarım bir çekiniklikle
yaşamak adına usulca, uzaklara giderler,

gurbetine büyür buralarda çocuklar..

yaşamak adına gelinen yerde
bunun adına yaşamak mı denir?
diye soran, abiler, ablalar vardır
onlardır, alacalı düşler anlatıp,
başka bir yaşamak fısıldayan,
saran, sarmalayan, sorgulayan..

abiler, ablalar, sorular, cevaplar
bunlarla kırar yılların kilidini insan,
zincir aşınır, koşum kopar.
kendinden, kendini de taşıyan
bir başka kendi çıkarır o çocuklar..

benzer yolcular, benzer yolculuklar
kırıla kırıla kendini bulan
yine de yanında taşrası kalan
abiler, ablalar, çocuklar
iyi ki varlar..



benim tayinimin çıktığı gece de
beni saran, sarmalayan, sorgulayan,
kilidimi kırdıran değerli ağabeyim
İlker ÖZDEMİR' e

17 Şubat 2010 Çarşamba

Umudum Kırmızı















kardeş sözlerin gevezeliğiyle
devirilmiş bir geceden çıkıp yola
uykunun güneşle incelmiş zarını
apansızlığın neşesiyle dağıtacaktım.

ama kapı duvar zil yankısız,
yüzün fındık dağlarına koşmuş
nöbet sonrasında,
bense çapari ummuştum
elerimizi akşamüstü,
yüzümüzde kavrulan gençliği
denizle perdahlayıp,
kayıklar boyu uzanacaktık;

sarhoş şaraplar akıtıp
yorgun ayışığına;
bizi soluksuz bırakan hüznü
görmezden gelecektik,
bir günü daha çalacaktık işte..

şimdi pelerinim dalgasız,
karayel kumral..

gelirsin belki akşama
izin sıcak, umudum kırmızı.
17 08 2002

Levent BAYRAKLI'ya;
çocukluğun büyülü zamanlarından
büyümenin soğuk taşlarına
ve bu güne hep yakınlıkla

15 Şubat 2010 Pazartesi

Karşılama













Sanki sen hep uykusuzdun

Ve ben üşüyordum durmadan


Sabah iniyordu şehre

sonra sen


çoğalıyordum sonra

içimde kırlangıçlar

gözlerim çarkın izinde


sana değip çaya değip

rüzgar sanıyordum kendimi


96 Tandoğan


Ömer USTA için, kadim bir yakınlıkla

10 Şubat 2010 Çarşamba

kendi kendine















hayali gür, adımları yönsüz
o eski kendine bakarken kendinden
bağcıklarına basıp düşmüşlüğün
uğuldanır aniden..

her değişimde aynı kalanlar vardır
kendini andırır yine de bir şeyler
kendini bir yerden tanıyorsundur
ama nereden?

eski kendinden bakamazsın asla kendine
sen dahil kimse bunu tahmin edemez
tahmin olasılıklardan biridir
peki ama bütün bunlar
nasıl olası olabilir?


kara bir şaşırmaktır yandığın yataklar
saklandığın dumanlar, uslandığın oyunlar
sen şaşıra şaşıra kendin olmadın mı?
sonunda kendin de şaşırmayı unutmadın mı?

ancak kendine bakarsın kendinden
tık nefes kalmış o küt dilinle çok uzaktan
kendine uzaktan akraba bile olamazsın
sadece bir yerden tanır gibi bakarsın

çünkü sen şaşırmayı kaybedensin,
bütün bunlar olası mı? bile diyemezsin
çünkü tahmin olasılıklardan biridir
oysa sana artık her şey olası olabilir.

6 Şubat 2010 Cumartesi

tasviri alazlı sular..

















başkalarında "süs gibi duran güzellik,
'O'nda bir gereklilik olarak" beliriyorsa,
artık olmasını beklediğiniz bir sabahınız
ve sabahınızda telaşlı serçeler vardır.

herşeyi unutturan o kokuyla
başlarsınız yaşamaya,

koku sizin ülkeniz olmuştur.
iki nehir buluşur gibi bir yatakta,
iki halk gibi kız alıp, erkek verir,
yekleşirsiniz...

hiç potluk yoktur,
birbirinize diktiğiniz terli kumaşlarda...



ama birbirbinizi açan anahtar aşınır zamanla,

hatırlarsınız her güzel konserin bittiğini,
bir şarkı daha istersiniz, kurtarmaya

isterken bile bilirsiniz
su gurbetine doğar,
kül ise yanmaz bir daha

2 Şubat 2010 Salı

'empati' bu pankartın ardında...















yaşam kuralları değişince,
yazım kuralları da değişiyor.
birinin çaresizliğini anlatırken
titrek ünlemler kullanan kimseler yok artık..

önce yıkayıp, sonra seviyorlar 'yoksul' çocukları
'doğru zamanda, doğru yerde olmamakla'
hatta doğru yerde doğmamakla
suçu üzerlerine yıktığınız,
'gusto'su yüksek, vicdansız yaşamınızın
"kiri" olan o çocukları..

'empati' kelimesi fışkırıyor heryerde
tükürüklü ağızlardan ama,
işini kaybetmeden ya da hakları yenmeden
önce kimse anlamıyor;
"buruşuk pardesüsüyle bir babanın
kırılgan bir yelpaze olduğunu akşam eve girince..."


evet duygularınızı sömürüyorum,
deniyorum en azından,
çünkü merak ediyorum,
hâla başkasına beslediğiniz
diri duygularınızın kalıp kalmadığını..

çünkü, görüyorum, uzakta ölen birine,
yakında üzülen kimsenin olmadığını,
hatta yakında ölen birine
yakından üzülenin de olmadığını..

yine de boşverin siz,
üzmeyin kendinizi pazar gününüze
sokulmayı deneyen bu kara yazıyla..

en iyisi gazetenin ekini açın,
gözde yazarınızın önerisi olan
bir mekan seçin işkembenize,
hepimiz biliyoruz nasılsa
yaşam "guru"larınızın
duymadığını açlığın gurultularını ..

bense "utanmayı deneyelim, 'utanma'yı hatırlayalım."
diye usulca haykıran yazarın önerisine uyacağım..

Kursağından geçmemek ne güzel deyimdi,
onu hatırlayacağım...

28 Ocak 2010 Perşembe

uzak turuncu











heyecanın yavuz adımları tükendi önce
ne yekinme, ne de yıkım kaldı cümlemizde
sonra dondu sevincin ceylan gözleribir yamalı gülüş salya gibi ağzımızda

ve şimdi
yakınlığımızdan miras bir kara boşlukla,
paslı, ezik bir turuncu gibiyiz,
uzakta



Goben'e hasretle..

25 Ocak 2010 Pazartesi

Kışı çağıran sonbahar geceleri..




-->











Karnımdaki yumruya
bulanık ırmaklar emziriyorum,
vişne çürüğü sızıyor avcumdan
Beynimdeki kaptan
kalbimin denizine sapladığım çapayı
çekiyor usulca
tenim dediğim güverteyi
dalgaların çalkantısına bırakıyor

halat ölüleri...
annelerin topraklaşan yüreğinde
nar köklenliyor diye fısıldıyorum sayfaya,

ve ölümün yalnızlığın altını çizdiği satırı
görüyorum o an fısıltımda..

vişne çürüğü bir ırmak akıyor,
bulanık yüzümden aşağı,
halatları emziriyorum,
ömrümün güvertesini bağlasınlar diye


yürekleşmiş toprakla doluyor ağzım,
çatallı dilini gösteriyor pencereden gece ..

23 Ocak 2010 Cumartesi

göğsüm, göz olur damlar ara sıra..














gözümü kapasam oradayım,
açtığımda kar yağar dallarıma
göğsüm de arkadaşlığın ilk yaprakları
göğsüm sana göz olur daima
ne ellerimizde kibrit izleri,
ne de kibir yüzümüzde

yanyana can buluyoruz
oysa soyut bile yok daha bilgimizde

sadece adımlıyoruz birbirimize,
her nisan çocuklar

adım atar ya birbirine öyle

uçmaktan bir kıblemiz
ve gitmekten kurulma ismimiz

koptuk sanıyor bizi, büyüyenler
kopmak bize imkan bile değil ki..

sen bir cümle kurar beni giyersin

ben sana birşeyler anlatır ısınırım
içli zamanlardan bir yol var ötekine
izimizi süreriz oradan sessizce


sonra ansızın adını mırıldanır,
bir haylazlık hatırlarım
göğsüm gizlice göz kulak olur
hep olur sana..


ve kimbilir
sen "tahrik"i okursun gizliden;
"paralar yaşlı kızların koynunda yatarken
basma perdelerden lanet bize"
diyerek fısıldarsın
bana..

bir çocukluk
bir ergenlik,
ilk şarabi gecelerimiz
belirir birden hafızamda..

bilirim ki,
gözümü kapasam oradayım,
göğsüm de göz olur arar seni yine,
hep yakınında..


Not: Ali Savaş EROL' a... 23.04.1984' ten bu yana ve sonraya...

20 Ocak 2010 Çarşamba

mor saat denklemi..
















sen uzağa dönersin yüzünü
ben bir akşamüstü açarım,
gölgende serin.

sen gittikçe sökersin örgünü,
ben çakmak taşları sürterim
ardı sıra senin ..

akranken nasılda akraba kıldı bizi,
o akrep ölüm..

yönü yok güleç ağız sızlamanın,
pusula zaten senin..

senin hatırın, benim hatıramdan çok
ben sana illa ki mey'lenirim.

ama sen gittikçe sökersin örgünü,
tık nefes kalırım duldanda derin..
ve senin hatıran, benim hatırımdan mor,
bekle azıcık, hatta saat tut,
bir pişirimlik kahve alıp geleceğim....

ya da dön uzağa yüzünü, git
nasılsa ben sana meyillerinim.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Ölüm zaten kara, ama öldürmek kapkara..












en hafifinden unut,
en ağırından karala ya da küfret,
uzaklaştırabilir misin kendinikatlin sızlatan hissinden?

hem bunu hoşgörürsen,
neyi lanetleyeceksin peki..

şimdi çalsın sızılı duduklar,
biri sarı, biri dağlı iki gelin
ayrı dilde, aynı ezgiyle ağlasın

ve
soğuk taşta
soğumuş bedeniyle
kanayan bir güvencin
bize kendini,
bize kendimizi hatırlatsın..


en hafifinden unut,
en ağırından karala ya da küfret,

ama
bunu unutursan neyi lanetleyeceksin peki..

15 Ocak 2010 Cuma

imla hatası












soldu gece de ay
boğuldu zaman

ne gözde hışım
ne kalpte har

11 Ocak 2010 Pazartesi

"Yürek acıyor elbet esvap değiştirirken"













Biri, artık yeter diyerek ister sonunda neşteri..

Öteki de 'çare' olsun diye,
çaresizce ama hiç beklemeden
uzatır ona o kötürüm neşteri..


Çok kanayanların ifadesi mağrurdur çünkü
Bunda şaşılacak ne var?

Dinmeyen kırgınlığın kiracısı olduysanız,
tüm bunları bilirsiniz..


İçteki gevezeyle gecelerce susarak,
sabretmenin ne olduğu öğrenilir..

Sonra soğurur gözlerdeki dumanı, zaman..

Hükmü kalmamış umutlar ayıklanır takvimden
ve ufalanmış sözlerle oyalanır eller..

Kan soğur, kalp bordo,
hiddet de silinir dudaklardan
sadece kısık bir sesle iyilik dilersiniz..

Sonra biri gelir der ki, şaşılacak bir şey yok ki!

Aşk, kendi ateşi insanın..

ve

Kendi ateşi yaralar ya insanı,

Ayrılık..

10 Ocak 2010 Pazar

bayağı kesir...














Hani birbirimize bitişmiş uyurken,
birimiz boşluğa düşüp rüyasında,
birden sıçrayınca öteki de sıçrardı ya..

Hatırlasana
anlayamazdık düşenin
kim olduğunu,
gülerdik
yarım yarım, tamlığımıza..

5 Ocak 2010 Salı

Neden yerine..



-->











Roland Barthes'e göre
"kendi yapısıyla, dünyanın yapısını, sözün yapısında kaybetmektir" yazmak..
M. Eroğlu'da romanının kahramanına "Yazarak kendim hakkındaki gerçekleri biraz değiştirmek istemiş olmam da mümkün. Kim kendi gerçeğinin çıplak haline katlanabilir ki?" dedirtirken, kendi yazma gereksinimini vurguluyor olamaz mı?
Sartre, Bulantı da, "çocuklarımız bizimle ilgilenmedikleri için yazıyoruz biz, karımız kendisiyle konuştuğumuzda kulaklarını tıkadığı içindir ki, belli kişiliği olmayan bir dünyaya sesleniyoruz." diyor taksi şöforünün dilinden; aynı yuvarlakta dönüyor olmaktan başka tanışıklığımızın olmadığı insanlara yazıyor olmanın nedenini açıklıyor aslında..
Başta kendimize yazarız, sonra yakın başkasına kendimizi yazarız..
Bazen, yazmazsak bizi nefessiz bırakacak duygularımızı atmak için yazarız, bazen de yazmış olmanın rahatlığıyla nefes alabilmek için..
Dilimiz aracı olmak istemeyince ötekine anlatacağımız gerçeğe; kağıdı, bilgisayarı kısaca kendimize bitişik olmayan bir başka suç ortağını aracı kılıp yazarız bazen de..
Belki de, yetişkinliğin ağırlığında, artık sevgilinizin size uzatacağı bir anı defteri olmadığından, bana kağıt kadar temiz sevdanın tenini ayırdığın için teşekkür ederim cümlesini de içimizde tutamayacağımızdan, yazarız ..
Seven, sevinen, öfkelenen, ağlayan, acı çeken, özleyen, yani yaşayan her kimse en az iki satır yazıya gebedir..
Attığımız her adımda yazımızı da taşıyoruz kısaca ..
Nerede mi?
Bakın orada, sırtınıza saplanmış kalemin sızısında..
Not: 24.04.2007 tarihli 'yazkurtul' yazısından..

3 Ocak 2010 Pazar

"Bir Sarmaşık Olsaydım"














Bu yılın ilk gününde 'Deli Deli Olma" filminin
karlı karelerinden taşan bu sıcak şarkıyla
yandı gözlerim ..

damla tamamlandı sözle ve aktı,
sade ve derindi, usulca içime baktı..

şarkının sözleriyle merhaba hepinize
merhaba şarkıdaki hepibize...


"bir sarmaşık olsaydım,
sıkıca tutunsaydım bir yere.
sökülüp atılmasaydım,
köklerimi salsaydım derinlere.

bir sarmaşık olsaydım,
dolasaydım gövdemi döne döne.
günlerce aynı yerde kalsaydım,
hareketsizlikten uyusaydım.

bense ayrık otuyam,
her çıktığı yerden sökülen.
sarmaşık olmak isteyipte;
basit bir ot bilinen.

bir ayrık otuyam,
kökü olmayan, sevilmeyen.
sarmaşık olmaya özenen;
öylece bir ot işte..."